Ana içeriğe atla

" eğer insanların içine bakabilseydik , manzaralar bulurduk. benim içime bakabilseydik, kumsalları bulurduk." 

diyor agnes varda. insanlara bakarken onların, kim olduğundan çok kim olabilecekleri ile ilgilenen benim için hazine niteliğinde bir değerlendirmeydi bu. agnes başka manzaralardan ziyade kendisininkine yönelince ben de ister istemez, aynı hızla içime yöneldim. kızıl ahşaptan yapılmış berrak, küçük bir pencere ile ulaşılıyordu ruhuma. benim nasibimde heybetli kapılar, uzun kolonlar yoktu belli ki. küçük bir pencerecik vardı. üzerinde " beni iç!" yazan şişeden bir yudum aldım ve açtım pencereyi. reçineye ihtiyaç duyan bir kemanının gıcırtısı ile çöl karşıladı beni. süt renkli kum tepeciklerinden oluşan, hafif rüzgarlı, mavi göklü sonsuzluk... derinlerden gelen, kaynağı belirsiz bir ses kaplıyordu her yeri. toza çarpıyor, kuma çarpıyor sonra rüzgara karışıyordu. " şimdi bildim.." diyordu ses.. " insan insan derler idi, insan nedir..."

bilmek ne güzel şeydi. bilmek üstündü. bilgiyi harlı ateşe, fırtılanlı bir denize benzetebilirsiniz belki ama bendeki karşılığı birbirine karışan, birbirine dönüşüp duran kuru bir dinginlikti. her kum taneciği bir bilgiydi ve hepsi insanı oluşturan bizim için vardı. "çöl" bendim. bin kumla, bin kez yıkılıp bin kez başka yerde yeniden oluşan tepeleri ile. sakindim çünkü biliyordum, korkum telaşım yoktu. seraplara gebeydi toprağım, her şey mümkündü benimle ve aynı zamanda hiçbir şey mümkün değildi, çoraktım. "mende mecnûn'dan füzûn âşıklık isti'dâdı var."dı. aşıktım. mecnundum, leylaydım. kuyuyu, gam harabelerini, ateş denizini ve hatta çin sahilini geçmiş ve aynı yere gelmiştim ben. ne güzeldi manzaram ne sonsuzdu... 

çok, çok yakın bir zamana kadar çöl yoktu içimde, içim yolun kenarında ansızın rastlanan sarı çiçeklerle dolu bir ıssızdı. "kokoloji" dedikleri testlerden birini çözdüğüm o ilk gençlik zamanlarımda fark etmiştim bunu. agnes'i de kumsallardı da bilmiyordum ama içimdeki sarı çiçek tarlalarını biliyordum. bulutsuz, mavi, yakıcı bir göğün altında bir öğle vaktiydi içim. alabildiğine sarı çiçeklerle dolu... rastgele açmış, ekilmemiş, biraz asi fakat narin. gül değildi açanlar, orkide ve hatta beyaz papatyalar da değildi. kimsenin en sevdiği çiçek olamayacak kadar sıradan ama her gün göremeyeceği bir yabanda boy veren güzelliklerdi onlar. sıkıcı yollara neşe verirlerdi. ne çok severdim o sarı sıcağı. 

şimdi, zamanla değişen manzarama baktıkça biraz çekinerek diyorum ki; içimdeki karahindibalar uçup yok olmadı. ilk gençlikten kalma heyecanlarım bir seraba döndü belki. güneş gibi parlayan masumiyetim biraz matlaştı. ama sorun yok. her şey yolunda. içime dönüp bakabiliyorum ya, güzellikler taşıyorum ya içimde... hani karnımdaki taş, bakışlarımdaki parıltı koruyor ya kendini. ellerim titriyor hâlâ, yanaklarım kızarıyor. ahşap bir pencereden seyredilen "bir küçük alem" taşıyorum içimde.


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

 "sihirli bir taca sahip olan küçük bir prens varmış. kötü kalpli büyücü onu kaçırmış. onu dev bir kulede bir hücreye kapatmış ve sesini de alıp götürmüş. hücrenin parmaklıkla kaplı bir penceresi varmış ve prens de oraya durmadan kafasını vurarak birilerinin onu duymasını ve onu kurtarmasını umuyormuş. taç kimsenin duymadığı kadar güzel bir ses çıkarıyormuş, çıkardığı ses kilometrelerce öteden duyulabiliyormuş. ses o kadar güzelmiş ki insanlar havayı hapsederek onu saklamak istemiş. prensi hiç bulamamışlar. hücreden dışarı hiç çıkamamış ama çıkardığı o ses her şeyin içini güzellikle doldurmuş."
herkesleşiyorum galiba, diye geçirdim içimden. kafamda uçları birbirine dolanmış ipler. akşam vakti ve ben çayımı alıp yeni favori mekanıma çekiliyorum, mutfak masama. anneler gibi...  oysa annem mutfak masası kadını değildi. bir akşam olsun çayını alıp bir köşeye çekilmemişti. ben öyle değilim. ayaklı bir saksı gibi değiştiriyorum yerimi. kendime uygun bir köşe arıyorum tomurcuklanabilmek için. ayaklı da olsa saksı çiçeği olmak feci halde sıkıyor canımı. bir liste yapmıştım zamanında: sevgilinin kokusu gibi içime çekecektim hayatı. şelalenin altında yıkanacak, içinde mektup olan bir şişeyi okyanusa bırakacak,  arabaların uykuya çekildiği bir saatte yola uzanıp gökyüzünü seyredecektim. dört yapraklı yoncamı bulamamıştım henüz. gerçek bir dondurma kamyonu görmemiş, hiç inek sağmamış, işaret dilini öğrenmemiştim. suyun altında öpüşmemiş, yağmurda dans etmemiş, nesilden nesile aktarılacak gizli tarifimi keşfetmemiştim. kucağıma bir oğlak almamış, düşmeden rampadan kayamamış, o ma...
 nisan yirmi dört "... inşasının her anına şahitlik ettiğim bir put vardı içimde. geçtiğimiz senelerde başını yemiştim şimdi de yasını tutuyorum. kutsalınızı kendi ellerinizle yıkmak ne demek siz bilemezsiniz. uğruna ölünecek daha az şey vardır artık. varlığına inanılacak, düzeltmeliyim bunu, varlığının ebediyetine inanılacak. karanlık zamanlarda sığınılacak ve mutlu zamanlar için minnettar olunacak... arabayı sağa çekip saatlerce kusmak istedim. bir devin karnını tekrar doyurmadan önce içindekileri boşaltma hali. gözümü bu sefer onun içindeki putlara diktim. her gün bir parçasını yemişim. bitmemiş. bitirmem için istekli. oysa iştahımı kesiyor bu kurban halleri benim. her hali temiz, her hali uysal, her hali iyi."