Ana içeriğe atla


ne zaman vazgeçmiştim günlük tutmaktan bilmiyorum ama  ne zaman tekrar yazmaya başladığımı hatırlıyorum; 31 ocak salı. çok konuştuğum ama yeterince anlat(a)madığım* bir gece vaktiydi. günlüğün ilk cümlesi ise  şöyle:

“ bir zehrin vücuda usul usul nüksetmesine benziyor anlatma isteği.” 

gördükleri, duydukları ve düşündükleri ile zehirlenen bir hastayım ben. doluyor, doluyor,doluyorum… akamıyorum.

rahmetli büyük annem uzun ve kemikli işaret parmağı ile baş parmağını birleştirerek “bir kişicik…” derdi. tüm sessizlikler, sohbetler, yemekler, seyirler bu söz ile aniden bölünürdü. alakalı alakasız bir anda bir inleme “bir kişicik…bir kişicik olsa…”

bir kişicik, sözün karşılık bulacağı bir kişicik. dost, yaren, yoldaş bir kişicik. 

o kişiyi aramakla geçiyor ömür. tüm yaşanmışlıklarımızı o kişi için biriktiriyoruz. vuslat geciktikçe bir sıtma sarıyor bizleri. söz birikiyor da  muhabbetten uzakta, acıta acıta çıkıyor ağızdan. kalem  beyaz mürekkep ile yazıyor . doldurduğunu sandığımız her sayfa son satırında bile ak hâlâ. sana varmayan tek bir harfin bende hükmü yok.

bir kişicik. panzehir niyetine bir kişicik.


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

 "sihirli bir taca sahip olan küçük bir prens varmış. kötü kalpli büyücü onu kaçırmış. onu dev bir kulede bir hücreye kapatmış ve sesini de alıp götürmüş. hücrenin parmaklıkla kaplı bir penceresi varmış ve prens de oraya durmadan kafasını vurarak birilerinin onu duymasını ve onu kurtarmasını umuyormuş. taç kimsenin duymadığı kadar güzel bir ses çıkarıyormuş, çıkardığı ses kilometrelerce öteden duyulabiliyormuş. ses o kadar güzelmiş ki insanlar havayı hapsederek onu saklamak istemiş. prensi hiç bulamamışlar. hücreden dışarı hiç çıkamamış ama çıkardığı o ses her şeyin içini güzellikle doldurmuş."
herkesleşiyorum galiba, diye geçirdim içimden. kafamda uçları birbirine dolanmış ipler. akşam vakti ve ben çayımı alıp yeni favori mekanıma çekiliyorum, mutfak masama. anneler gibi...  oysa annem mutfak masası kadını değildi. bir akşam olsun çayını alıp bir köşeye çekilmemişti. ben öyle değilim. ayaklı bir saksı gibi değiştiriyorum yerimi. kendime uygun bir köşe arıyorum tomurcuklanabilmek için. ayaklı da olsa saksı çiçeği olmak feci halde sıkıyor canımı. bir liste yapmıştım zamanında: sevgilinin kokusu gibi içime çekecektim hayatı. şelalenin altında yıkanacak, içinde mektup olan bir şişeyi okyanusa bırakacak,  arabaların uykuya çekildiği bir saatte yola uzanıp gökyüzünü seyredecektim. dört yapraklı yoncamı bulamamıştım henüz. gerçek bir dondurma kamyonu görmemiş, hiç inek sağmamış, işaret dilini öğrenmemiştim. suyun altında öpüşmemiş, yağmurda dans etmemiş, nesilden nesile aktarılacak gizli tarifimi keşfetmemiştim. kucağıma bir oğlak almamış, düşmeden rampadan kayamamış, o ma...
 nisan yirmi dört "... inşasının her anına şahitlik ettiğim bir put vardı içimde. geçtiğimiz senelerde başını yemiştim şimdi de yasını tutuyorum. kutsalınızı kendi ellerinizle yıkmak ne demek siz bilemezsiniz. uğruna ölünecek daha az şey vardır artık. varlığına inanılacak, düzeltmeliyim bunu, varlığının ebediyetine inanılacak. karanlık zamanlarda sığınılacak ve mutlu zamanlar için minnettar olunacak... arabayı sağa çekip saatlerce kusmak istedim. bir devin karnını tekrar doyurmadan önce içindekileri boşaltma hali. gözümü bu sefer onun içindeki putlara diktim. her gün bir parçasını yemişim. bitmemiş. bitirmem için istekli. oysa iştahımı kesiyor bu kurban halleri benim. her hali temiz, her hali uysal, her hali iyi."