Ana içeriğe atla





“aşk ne demek sen biliyor musun he? aşk böyle lunaparktaki tahta ata benzer; üzerinde hani bir ileri bir geri, böyle gidiyormuşsun gibi bir his. sanki bir yere gidiyorsun, ayağın yerden kesiliyor, bir coşku… bi sikime gittiğin yok!”

duvara karşı





ne güzel filmdin sen be! karnımdaki sıcaklık, kafamdaki karışıklık kaybolmadan anlatmaya başlamalıyım: ilk çıktığı zamanlardan kalma lakırdılarla beynimde cinsellik ile işi götüren filmler kategorisine yerleşmişti duvara karşı. halbuki filmin bir derdi, hikayesi, estetiği varmış ve ait olduğu yer; en sevdiğim kategori olan, hayat gibiymiş.

karakterlerin hep o, kendini tamamlama yolculuğu hayatın kendisi değil de ne? bitirmeye çalıştıkları yaşamlarına berbat görünen tercihlerle tutunmaya çalışmaları aslında deli gibi yaşamak istediklerini göstermiyor mu? yaşamak ama nasıl? belki yarım kalmış tüm kitapları tek tek kapatarak ve “evet, bu benim tercihim,” diyerek devam etmek yola. “yaşamak, dans etmek, kendi istediğimi yapmak istiyorum.” derken dürüsttü, sibel. barda gördüğü ilk adama giden de sibeldi; cahit’e, onu bekleyeceğine dair söz veren de ve hatta sevgilisi ile kalmayı seçen de. evliliğin getirdiklerinden kaçabilmek için kağıt üzerinde bir evlilik yapan kadın, küçük ve düzenli dünyasında kalmayı aşka ve zevke tercih ediyordu. çünkü esas arzuladığı seçim yapabilme bilme şansının olmasıydı. kendi seçimlerini yapabilecek ve bunların arkasında durabilecek noktaya geldiğinde bitiyordu sibelin yolculuğu. kendini türkçe ifade etmekte dahi zorlanan cahit ise, doğduğu topraklara giderek bitiriyordu hikayesini. kadınsız, yalnız...

başta bu son sibel için de olsun isterdim. hayatında bir erkek olmadan kendi ayakları üzerinde durabilen bir kadın! gözlüklerinizi takın çünkü bu imaj çok parlak! fakat sonra çok ezberletilmiş bir yorum olduğunu düşündüm bunun. erkeğin yokluğu ile güç kazanan kadın, tacı devralmış gibiydi. yokluğu ile güç teslimi yapan bir figür vardı ortada. kendi kendimi çürütüyordum, arzuladığım başka bir şeydi. sibel'i güçlü yapan neydi? arzularının peşinden gitmesi? hareketlerinin sorumluluğunu alması? sibel kanlar içerisinde yerde yatarken de güçlüydü, doldurduğu valize rağmen gitmekten vazgeçtiğinde de. bunun hayatında birilerinin olup olmaması ile ilgisi yoktu. tam tersine hayatındakilere rağmen takındığı tavırla alakası vardı.

ve aşk... kendin olma macerasında aşkı nereye koyabilirsin ki? aklını en çok kaybettiğin yere mi? yoksa silkelenip kendini toplamaya başladığın o yere mi? "aşığım!" diyip avuçları kanla dolan cahit mi aşıktı yoksa " seni bekleyeceğim!" diyip iş aramaya başlayan sibel mi?

bana öyle geliyor ki aşk, aklın olmadığı yerdedir. aşk kapıdan girdiğinde başka hiçbir duyguya yer bırakmaz benliğimizde. diğer her şeyin varlığı bir gölge gibi görünüp kaybolur. ta ki.. ta ki aşk bitene kadar. her şey gibi aşk da biter. - bunu yazmak gözlerimi doldurmuş, boğazımı ağrıtmış, göğsümde bir acıya sebep olmuş olabilir fakat aşk da ölümlü.- böylesine bir delilikle uzun süre hayatta kalamaz kimse. Tüm ızdırabına rağmen bu bitiş sanıldığı kadar kötü bir şey olmayabilir çünkü aklı devreye sokan ve diğer duygulara geçiş izni veren bu bitiştir.

o zaman kuralım masayı, kirli beyaz muşamba örtüleri serelim. yalnız dolmayı ben yapmam, alerjim var.


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

 "sihirli bir taca sahip olan küçük bir prens varmış. kötü kalpli büyücü onu kaçırmış. onu dev bir kulede bir hücreye kapatmış ve sesini de alıp götürmüş. hücrenin parmaklıkla kaplı bir penceresi varmış ve prens de oraya durmadan kafasını vurarak birilerinin onu duymasını ve onu kurtarmasını umuyormuş. taç kimsenin duymadığı kadar güzel bir ses çıkarıyormuş, çıkardığı ses kilometrelerce öteden duyulabiliyormuş. ses o kadar güzelmiş ki insanlar havayı hapsederek onu saklamak istemiş. prensi hiç bulamamışlar. hücreden dışarı hiç çıkamamış ama çıkardığı o ses her şeyin içini güzellikle doldurmuş."
herkesleşiyorum galiba, diye geçirdim içimden. kafamda uçları birbirine dolanmış ipler. akşam vakti ve ben çayımı alıp yeni favori mekanıma çekiliyorum, mutfak masama. anneler gibi...  oysa annem mutfak masası kadını değildi. bir akşam olsun çayını alıp bir köşeye çekilmemişti. ben öyle değilim. ayaklı bir saksı gibi değiştiriyorum yerimi. kendime uygun bir köşe arıyorum tomurcuklanabilmek için. ayaklı da olsa saksı çiçeği olmak feci halde sıkıyor canımı. bir liste yapmıştım zamanında: sevgilinin kokusu gibi içime çekecektim hayatı. şelalenin altında yıkanacak, içinde mektup olan bir şişeyi okyanusa bırakacak,  arabaların uykuya çekildiği bir saatte yola uzanıp gökyüzünü seyredecektim. dört yapraklı yoncamı bulamamıştım henüz. gerçek bir dondurma kamyonu görmemiş, hiç inek sağmamış, işaret dilini öğrenmemiştim. suyun altında öpüşmemiş, yağmurda dans etmemiş, nesilden nesile aktarılacak gizli tarifimi keşfetmemiştim. kucağıma bir oğlak almamış, düşmeden rampadan kayamamış, o ma...
 nisan yirmi dört "... inşasının her anına şahitlik ettiğim bir put vardı içimde. geçtiğimiz senelerde başını yemiştim şimdi de yasını tutuyorum. kutsalınızı kendi ellerinizle yıkmak ne demek siz bilemezsiniz. uğruna ölünecek daha az şey vardır artık. varlığına inanılacak, düzeltmeliyim bunu, varlığının ebediyetine inanılacak. karanlık zamanlarda sığınılacak ve mutlu zamanlar için minnettar olunacak... arabayı sağa çekip saatlerce kusmak istedim. bir devin karnını tekrar doyurmadan önce içindekileri boşaltma hali. gözümü bu sefer onun içindeki putlara diktim. her gün bir parçasını yemişim. bitmemiş. bitirmem için istekli. oysa iştahımı kesiyor bu kurban halleri benim. her hali temiz, her hali uysal, her hali iyi."