Ana içeriğe atla
yazmayalı uzun zaman olmuş arkadaş, eskiden yazdıklarıma bakınca bu iyiye işaret diyebiliriz belki. neydi o, ben delirmemek için yazıyorum mu? o zaman yeniden bilgisayarın başına oturmama ne diyeceğiz? hiç bir şey. hiç bir şey söylemeyeceğiz. 


***

geçtiğimiz gün derste ortaya bir dünya kelime attı hoca, ikisini seçin dedi ve on dakika. seçtiğimiz kelimeleri kendimize ait bir alfabe ile anlatmamızı istedi. korkuyorum'u seçtim ve özledim'i. korkmayı kenara koyalım şimdi, özlemekten bahsetmek istiyorum biraz. yatay özlemden.* üç kesik çizgi çizdim bir de bir ucu şimdi ile sınırlandırılmış bir ucu geçmişe uzanan bir doğru parçası. dedim hocam, bu üç kesik çizgi özlediğimizdir, bir anı. ama zaman doğrusundan ayrı çünkü gerçeklikten ayrıdır hatıralar; onlar bağımsız, kopuk ve uydurma. doğrunun bir ucu şimdiki zamanda çünkü özledim, özlüyorum değil. biri üçgen çizmiş, özlem etime etime batıyor, dedi.

***

şu imla ve noktalama mevzusu  günden güne canımı sıkıyor. eğer tuşlara basan bensem istediğim gibi oynayabilmek istiyorum sözcüklerle. mesela bir cümleyi kulağından tutup tepetaklak edebilmeliyim istersem. bana kalırsa tırnakları keselim ve virgüllerde derin soluklar alalım. olmaz mı? noktanın boşluğu çok derin, sık sık oraya düşüyorum. bir nokta bir nokta daha ve üçüncüyü koymadan ne olur dur! çünkü o sessizlik.. benim doldurmamı istediğin anlam.. ne getirir üç nokta? 

***

özlemek diyorduk, geçen gün bir ilahi dinledim. seyrimde bir şehre vardım... yemin ederim sanatçının sesi santura karışırken hiç gitmediğim bu şehri ne kadar özlediğimi fark ettim. gül alırlar/gül satarlar/gülü gül ile tartarlar/çarşı pazarı güldür gül. gri taşlardan yapılmış bir yol üzerinde uçuşan gül yaprakları. nerden kopup gelmiş buraya? ayaklarım çıplak, eteğim toz pembe bahar rüzgarında uçuşuyor. pazar yerinin gürültüsü ve çocuk kahkahaları. çocukken gittiğim köye benziyor biraz, kazların beni kovaladığı.. ama orası değil biliyorum burası başka. basmadığım toprağın hasreti yapışmış ayaklarıma, nasıl mümkün? hani bir doğru çizmiştim de onunla geçmişe işaret ediyordum. nasıl mümkün yaşanmamışı özlemek? gitmediğin bilmediğin bir yere ait hissetmek nasıl mümkün? 

çılgınca ama belki de gitmişizdir ve unutmuşuzdur. sonra bir ezgiyle yeniden ciğerimize doluvermiştir o toz pembe. bu tanıdıklık birlikte gezdiğimiz sokaklardandır, tarife ihtiyaç duymayışımız ondan.  hasrettendir burnumuzun böyle sızlaması. neleri unuttuk başka? kimleri? 

bazen öyle geliyor ki bütün karmaşaların sebebi unutmak. bazen unuttuğunu bile unutmak. ama hissetmek göbek bağının kesildiği yerdeki o derin boşluğu. buraya lale müldür çok yakışırdı ve ben değil sen okumalıydın bu dizeleri: unuttun ve aştın aradığını. ne mutlu ne yazık sana. ne mutlu ne yazık sana. artık dokunduğun her yerden sır çıkacak.


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

 "sihirli bir taca sahip olan küçük bir prens varmış. kötü kalpli büyücü onu kaçırmış. onu dev bir kulede bir hücreye kapatmış ve sesini de alıp götürmüş. hücrenin parmaklıkla kaplı bir penceresi varmış ve prens de oraya durmadan kafasını vurarak birilerinin onu duymasını ve onu kurtarmasını umuyormuş. taç kimsenin duymadığı kadar güzel bir ses çıkarıyormuş, çıkardığı ses kilometrelerce öteden duyulabiliyormuş. ses o kadar güzelmiş ki insanlar havayı hapsederek onu saklamak istemiş. prensi hiç bulamamışlar. hücreden dışarı hiç çıkamamış ama çıkardığı o ses her şeyin içini güzellikle doldurmuş."
herkesleşiyorum galiba, diye geçirdim içimden. kafamda uçları birbirine dolanmış ipler. akşam vakti ve ben çayımı alıp yeni favori mekanıma çekiliyorum, mutfak masama. anneler gibi...  oysa annem mutfak masası kadını değildi. bir akşam olsun çayını alıp bir köşeye çekilmemişti. ben öyle değilim. ayaklı bir saksı gibi değiştiriyorum yerimi. kendime uygun bir köşe arıyorum tomurcuklanabilmek için. ayaklı da olsa saksı çiçeği olmak feci halde sıkıyor canımı. bir liste yapmıştım zamanında: sevgilinin kokusu gibi içime çekecektim hayatı. şelalenin altında yıkanacak, içinde mektup olan bir şişeyi okyanusa bırakacak,  arabaların uykuya çekildiği bir saatte yola uzanıp gökyüzünü seyredecektim. dört yapraklı yoncamı bulamamıştım henüz. gerçek bir dondurma kamyonu görmemiş, hiç inek sağmamış, işaret dilini öğrenmemiştim. suyun altında öpüşmemiş, yağmurda dans etmemiş, nesilden nesile aktarılacak gizli tarifimi keşfetmemiştim. kucağıma bir oğlak almamış, düşmeden rampadan kayamamış, o ma...
 nisan yirmi dört "... inşasının her anına şahitlik ettiğim bir put vardı içimde. geçtiğimiz senelerde başını yemiştim şimdi de yasını tutuyorum. kutsalınızı kendi ellerinizle yıkmak ne demek siz bilemezsiniz. uğruna ölünecek daha az şey vardır artık. varlığına inanılacak, düzeltmeliyim bunu, varlığının ebediyetine inanılacak. karanlık zamanlarda sığınılacak ve mutlu zamanlar için minnettar olunacak... arabayı sağa çekip saatlerce kusmak istedim. bir devin karnını tekrar doyurmadan önce içindekileri boşaltma hali. gözümü bu sefer onun içindeki putlara diktim. her gün bir parçasını yemişim. bitmemiş. bitirmem için istekli. oysa iştahımı kesiyor bu kurban halleri benim. her hali temiz, her hali uysal, her hali iyi."