“bütün mutlu aileler birbirine benzer, her mutsuz ailenin ise kendine özgü bir mutsuzluğu vardır.”
bu muhteşem girişi bilmeyen yoktur. geçen haftalarda hep bu cümle üzerine düşündüm özellikle yemek saatlerinde. saat yediyi vurup restoranın kapısından girdiğiniz anda hep aynı manzara: anne, baba ve muhtemelen sarışın bir çocuk. çocukların sayısı iki ise kesinlikle biri kız diğeri erkek üstelik aralarındaki yaş farkı asla üçü geçmeyecek şekilde ayarlanmış. büyük olan tablete bakarak yiyor, küçük olan annenin desteği ile... o sırada baba mütemadiyen telefonda. akşam yemeğinde bundan sonrası farklılık gösterse de kahvaltıdan sonra babalar çocukları alırken anneler soğuk ve memnuniyetsiz bir tavırla havuza doğru ilerliyor. babalar da soğuk diyebileceğim bir tavrı görmek mümkün değil çünkü adamların kafaları hep o küçük dörtgene gömülü, soğuk bile denilemeyecek kadar tepkisizler. bilardo salonları boş, tenis alanları boş, koşu yolu boş... oyun alanın karşısındaki koltuklar ve lobi dolu bir tek... o da çocuklarını beklerken ekran kaydıran adamlarla... yüzsüz adamlar, yüzleri dikdörtgen adamlar...
bana öyle geliyor ki günümüzde mutsuz ailelerin hikayesi birbirine daha çok benziyor. peki nedir şu hep tablosunun içinde yer bulmaya çalıştığımız mutlu aile? geçtiğimiz sene yine tatillerden birinde (hayır sürekli gezmiyorum, denk geliyor:)) aile meclisinden birine "şimdi nerede, kimle olmak isterdin?" diye sormuştum. bir iki gün düşündükten sonra hepimiz yine bir aradayken ve bambaşka şeylerden bahsederken durmuş "burada ve sizinle olmak istiyorum." demişti. daha önce farklı kişilere defalarca sorduğum bu soruya hiç böyle bir cevap almamıştım. o, bütün ihtimalleri bırakıp ailesi ile birlikte olmak istiyordu. bana kalırsa bu mutluluğun tanımı olmasa bile mutlu ailenin tanımı böyle bir şey olabilir.
mutlu aile: bütün ihtimalleri bir kenara bırakıp bir arada olmaktan keyif alan kan ve gönül bağı ile bağlanmış insan topluluğu.
*
geçen hafta hastalıktan kıvranırken üç s. ömrüne yetecek kadar romantik komedi izledim. vücudunda bazı değerleri düşen insanlar toprak yermiş ya işte o hesap. yemek yiyemeyen, yediğini de çıkaran huysuz bir kara buluta dönüştüğüm için son çare kendimin doktoru oldum ve iyi hissettirecek filmler yazdım kendime : damardan, günde birkaç kere, sızıp kalmadığım saatlerde...
öyle aksi, nalet, çekilmez bir haldeydim ki kötü çıkma ihtimali olan bir işe on dakikamı bile ayıramazdım. julie & julia ile de bir kez daha bu vesile buluştuk. . esas kızımızın bir yandan ekmek kızartıp bir yandan da hayatı sorguladığı ve benim o ekmekleri yemek için tek böbreğimi vermeye razı olacağım kaç film vardı ki şunun şurasında? karaketerleri hem becerikli hem de kusurlu olan... hayatın içinden ve sıcacık...
julia child'ın tavadakini çevirmeyi başaramadığı bir sahne vardı, şimdi hatırlarken bile içim ısınıyor. çünkü julia anlattıkları ile bir yumurta tarifinden fazlasını veriyordu bize. kendine güvenmekten, hata yapmaktan, telafi edebilmekten bahsediyor, sempatik tavırları ile her bir cümlesinin altını kalın kalın çiziyordu. onu izleyen julie ve kocası ise sevimlilikte, julia'dan aşağı kalır değillerdi bence. düşünsene karşında keyifle yumurta tarifi izleyen bir çift var. karı koca oturmuş yumurta tarifi izleyip öpüşüyorlar. gülümsememek mümkün mü?
itiraf ediyorum sofra hikayeleri izlemeyi de seviyorum. israfa ve sahteliğe dayalı aşçılık programlarından veya anadoluyu iki lokmada midesine indiren yapımlardan bahsetmiyorum. filmlerin içindeki yemek sahnelerinden bahsediyorum, yemek ile bağ kurulan işlerden. acıktıran işlerden:) sanki lokmasını, dördüncü duvarı yıkıp bir ısırık da sana verecekmiş gibi yiyenlerden bahsediyorum. bunları yazarken aklımdan geçecek her bir sahneyi tek tek anlatamayacak kadar yorgunum, saat çok geç oldu, okurken sen de kendi en sevdiğin yemek sahnelerini düşünürsen ne demek istediğimi anlarsın. gecenin üçü acıkmak için iyi bir saat değil belki de uyku hakkında yazmalıydım. kızarmış ekmek görebileceğim bir rüyaya dalmayı umuyorum. iyi geceler.
Yorumlar
Yorum Gönder