güneş batmadan önce bizim eve uğramayı sever, ben de tam o saatlerde mutfakta olmayı severim. telefonda bir şeyler çalar, otomatik önermelere nadiren müdahale ederim. ışık, koku ve ses kendiliğinden karışır ve böylece an kendini inşa eder. rutinden kaçmış olurum. baharatların kokusuna sarılmış ezgilerle dans ederim ve bazen gözyaşlarım tezgaha tuzlu beyaz izler bırakır.
yine böyle vakitlerden birinde duydum inleyen kamışın sesini. ne zamandır konya'ya gitme niyetim vardı. mesnevi okumalarıma kaldığım yerden devam etmek istiyordum ama zamanının gelmediğini düşünerek erteliyordum. sonunda geçen gün, neyin sesi ile geldi davetiye. ayrılığın acı hikayesini neyden dinlememi isteyen* elbette inleyen bir kamış ile çağıracaktı beni: uyan ey gözlerim, gafletten uyan! tahmin edersiniz ki ilk dinleyişim değildi bu ezgiyi ama o an, o cümle birden gelip kalbime yerleşmişti işte: uyan! hayatı bir düş olarak görüyor, hatta cennetimi düşlerden düşlere geçmek olarak hayal ediyordum ama bu sefer bir hakikat isteği gelip oturmuştu içime. perde yırtılsın istiyordum. bana hakikati göster! (ne cüret!) sanki hakikatin tek bir zerresi beni dizlerimin üstüne çökertmeyecekmiş gibi... dirseklerimi mermer tezgaha dayadım, omuzlarımda hasret ve yorgunlukla öylece kalakaldım. hasretliğim vardı; çikolataların, şekerlemelerin peşine kapılıp evinden ayrı düşmüş ve bir akşam ansızın evini hatırlamış bir çocuğun hasretine benzer. yorgunluğum vardı ne ileri gidilebilir ne geri dönülebilir bir yürüyüşün* getirdiği.
bu bir andı gelip geçti. o hal yapışıp kalmadı üzerime yine de orada geçireceğim günün hayalini kurarken yakalıyorum kendimi sık sık. tren yolculuğu ayrı cami avlusunda oturup etrafı izlemek ayrı heyecanlandırıyor beni. bir de kelebekler.
Yorumlar
Yorum Gönder