Ana içeriğe atla

bir kabustan uyandım az önce. başım ağrıyor, midem bulanıyor ve pazar akşamının kederi üzerimde. eğer pazar gecesinde olmasaydık bile bugünü anlatırken " bir pazar gecesiydi" derdim. ikindi vakti arsız bir bakışın saate takılıp kalması ile başlayan o kasvetli ortam... pencereler açık olsa bile evler basar insanı, odaları dumanlı bir sarı ışık aydınlatır, banyolar-ödevler-tıraşlar yarım kalmış işler... ne varsa yetişmeyen biniverir omuzlara. dinlenememenin kederi ile yetiştirmeye çalışmanın kaygısı karışır birbirine. sonrası mide ağrıları... belki sadece üşüttüm belki pazar akşamından kalma keder var üzerimde. belki de ciddi sindirim problemleri yaşıyorum, yutmaya çalıştığım her şeyi düşününce. 

 bir kabustan uyandım az önce ve bu bana hiç yabancı değil. kayboluyorum rüyalarımda, evimi bulamıyorum. çocukluktan beri tekrar eden bir şey bu bazen bir otobüste, bazen bir sokakta kalabalıkların arasına karışıyorum.. durun diyorum durmuyorlar, gitmek istiyorum yürüyemiyorum. kaybolacağımı bile bile üstelik belki hiçbir zaman dönemeyeceğimi bile bile evimden ayrı düşüyorum.  şuradan sağa döneceğiz, şu yokuş, şu köşenin ardı ama yok... bir türlü varamıyorum evime. duvarları yarıya kadar pembe çıta ile kaplanmış o köşeyi kaç kere dönemedim ,sayısını bilmiyorum.

bazen "çok kötü düşlerden uyandığım için mi bu kadar az uyuyorum acaba?" diye soruyorum kendime. ama bu doğru değil, aynı kabusu defalarca görsem de her zaman kabus görmüyorum ya. nasıl oluyor bilmiyorum ama aynı örüntüye sahip rüyaları ara ara görüyorum. ya aynı mekanda oluyorum ya aynı kişilerle, ya olaylar tekrarlanıyor ya da hissettiklerim. ortak kalıplara sahip, arada uğradığım başka başka düş alemleri...

bir ceylan olduğumu görüyorum rüyalarımda sık sık. kimliğim onunkine karışmadan; onun ürkekliğini, sakinliğini, açlığını ve neşesini kendi bedenimde duyuyorum. iştahla yediği koyu yeşil otların kokusunu alabiliyorum, üzerinde çiğ damlaları. yumuşak kürkünden içeri giren ormanın soğuğunu hissedebiliyorum. böceklerin ötüşü ile yarışan kuşların sesini duyabiliyorum. sabah vakti çoğu zaman, orman çoktan uyanmış ama öğlenin kalabalığı henüz uykuda. benimkinin kulakları kıpır kıpır, karnı aç. aklı ise sarı çiçekler ve yaramaz böcekler ile oyunda. kendini göremez ya insan ama iç sesini duyar, her şeyi duyuyor, hissediyor fakat ceylanı dışarıdan bir gözle görüyorum. sütlü kahve tüylerini, bir kez bakmaya cesaret edebilirsen sonsuza kadar içinde kalacağım iri siyah gözlerini görüyorum. bir çocuğa merhamet duyar gibi merhamet besliyorum ona ama aynı zamanda o ne hissediyorsa aynısını hissediyorum. en çok onunlayken dinlendiğimi hissediyorum fakat, itiraf ediyorum, neredeyse bir olduğumuz halde yine de ve hâlâ bir yabancıymış gibi hissediyorum.

belki, belki bir gün... gezdiğim onlarca düş aleminin birinde bulurum ait olduğum yeri. orayı-onu bulduğumda ne yapacağım peki? belki hayatında ilk defa deniz görmüş bir çocuk gibi çakılır kalırım olduğum yerde, gözlerim dehşetle ve ardına kadar açık-mavi. belki sevinçten zıplarım yerimde duramam. belki uzun bir savaşın ardından oğlu eve sağ salim gelmiş annenin feryadı kopar içimde, ÇOK ŞÜKÜR ÇOK ŞÜKÜR. belki yaşlar yüzümü yıkarken sitem ile gülümserim ona:

 neredeydin, çok beklettin. 

anlattıkça rahatlıyor içim, azalıyor kabusun etkisi. bulurum evimi ben de, bulurum elbet. yuvasız kuş mu olurmuş?



Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

 "sihirli bir taca sahip olan küçük bir prens varmış. kötü kalpli büyücü onu kaçırmış. onu dev bir kulede bir hücreye kapatmış ve sesini de alıp götürmüş. hücrenin parmaklıkla kaplı bir penceresi varmış ve prens de oraya durmadan kafasını vurarak birilerinin onu duymasını ve onu kurtarmasını umuyormuş. taç kimsenin duymadığı kadar güzel bir ses çıkarıyormuş, çıkardığı ses kilometrelerce öteden duyulabiliyormuş. ses o kadar güzelmiş ki insanlar havayı hapsederek onu saklamak istemiş. prensi hiç bulamamışlar. hücreden dışarı hiç çıkamamış ama çıkardığı o ses her şeyin içini güzellikle doldurmuş."
herkesleşiyorum galiba, diye geçirdim içimden. kafamda uçları birbirine dolanmış ipler. akşam vakti ve ben çayımı alıp yeni favori mekanıma çekiliyorum, mutfak masama. anneler gibi...  oysa annem mutfak masası kadını değildi. bir akşam olsun çayını alıp bir köşeye çekilmemişti. ben öyle değilim. ayaklı bir saksı gibi değiştiriyorum yerimi. kendime uygun bir köşe arıyorum tomurcuklanabilmek için. ayaklı da olsa saksı çiçeği olmak feci halde sıkıyor canımı. bir liste yapmıştım zamanında: sevgilinin kokusu gibi içime çekecektim hayatı. şelalenin altında yıkanacak, içinde mektup olan bir şişeyi okyanusa bırakacak,  arabaların uykuya çekildiği bir saatte yola uzanıp gökyüzünü seyredecektim. dört yapraklı yoncamı bulamamıştım henüz. gerçek bir dondurma kamyonu görmemiş, hiç inek sağmamış, işaret dilini öğrenmemiştim. suyun altında öpüşmemiş, yağmurda dans etmemiş, nesilden nesile aktarılacak gizli tarifimi keşfetmemiştim. kucağıma bir oğlak almamış, düşmeden rampadan kayamamış, o ma...
 nisan yirmi dört "... inşasının her anına şahitlik ettiğim bir put vardı içimde. geçtiğimiz senelerde başını yemiştim şimdi de yasını tutuyorum. kutsalınızı kendi ellerinizle yıkmak ne demek siz bilemezsiniz. uğruna ölünecek daha az şey vardır artık. varlığına inanılacak, düzeltmeliyim bunu, varlığının ebediyetine inanılacak. karanlık zamanlarda sığınılacak ve mutlu zamanlar için minnettar olunacak... arabayı sağa çekip saatlerce kusmak istedim. bir devin karnını tekrar doyurmadan önce içindekileri boşaltma hali. gözümü bu sefer onun içindeki putlara diktim. her gün bir parçasını yemişim. bitmemiş. bitirmem için istekli. oysa iştahımı kesiyor bu kurban halleri benim. her hali temiz, her hali uysal, her hali iyi."