dünyayı kurtarmaktan vakit buldukça bir avluya iniyorum düşlerimde. minicik ve yemyeşil. komşu ağaçların dut dolu dalları sarkmış örme duvardan içeri. masa sandalye yok. bir iki kesik kütük, taş duvarın dibinde... çimlere atılmış gün sarısı bir kilim, kilimin üstünde emaye bir kap dolusu ayıklanmış ceviz. eski radyonun bir gülümsetip bir solduran sesi doldurmuş her yanı. bazen dudaklarımla bazen adımlarımla eşlik ediyorum ona. kollarım bir bakmışsınız kederle iki yana düşmüş bir bakmışsınız havada süzülüyor. kırmızıyı severim aslında ama bu sefer üzerimde etekleri bileğimden biraz yukarıda mavi bir elbise. denizin neşesini eve getirmek istemişim. bir de rüzgar var, içime son nefesimmiş gibi çektiğim. ıslak ıslak kokuyor. rüzgar esiyor, ben burnumu göğe uzatıyorum. havayı koklayan kedilere benziyor bu halim. tüylerim değil saçlarım uçuşuyor, ben öyle durup kalmışken. güneş, saçlarımın rengi ile oynuyor. güneş, omuzlarımda ve boynumda geziniyor. güneş içime doluyor.
"sihirli bir taca sahip olan küçük bir prens varmış. kötü kalpli büyücü onu kaçırmış. onu dev bir kulede bir hücreye kapatmış ve sesini de alıp götürmüş. hücrenin parmaklıkla kaplı bir penceresi varmış ve prens de oraya durmadan kafasını vurarak birilerinin onu duymasını ve onu kurtarmasını umuyormuş. taç kimsenin duymadığı kadar güzel bir ses çıkarıyormuş, çıkardığı ses kilometrelerce öteden duyulabiliyormuş. ses o kadar güzelmiş ki insanlar havayı hapsederek onu saklamak istemiş. prensi hiç bulamamışlar. hücreden dışarı hiç çıkamamış ama çıkardığı o ses her şeyin içini güzellikle doldurmuş."
Yorumlar
Yorum Gönder